Pazar, Nisan 23, 2006

Az yakıtla, çok yol nasıl yapılır?

Hızla artan akaryakıt fiyatlarıyla mücadele etmenin en iyi yolu olabildiğince sakin otomobil kullanmaktan geçiyor
Geçtiğimiz yıl ülkemizdeki akaryakıt fiyatları bir önceki yıla göre yüzde 15’lere varan oranda artış gösterdi. Portreye yakıt türleri açısından ayrıntılı bakarsak; geçtiğimiz yılın ilk aylarında 2.34 YTL’ye satılan 95 oktanlık kurşunsuz benzin bir yıl aradan sonra yüzde 13’lük bir artışla 2.65 YTL’ye satılmaya başlandı. Çoğu kişinin akaryakıt zamlarıyla mücadele etmek için tercih ettiği motorindeki senaryoysa daha üzücü. Buna göre Ocak 2005’te litresi 1.87 YTL’ye satılan motorin Ocak 2006’da 2.18 YTL’lik bir fiyat etiketi taşır hale geldi. Bu rakamlar hangi yakıt türü seçilirse seçilsin artış düzeyinin enflasyona oranla bir hayli yüksek kaldığını gözler önüne seriyor. Sizler için daha az yakıt tüketmenin yollarını araştırdık. Önerilerimize kulak vererek zamlardan minimum düzeyde etkileneceğinize inanıyoruz.Gaz pedalıyla dost olun!Halk arasında ağızdan ağza dolaşan bir deyim vardır. Açıkçası bu yakıt tasarrufu yapmanın altın kuralını ortaya koyuyor. Kesinlikle tahmin ettiğiniz gibi; “Gaz pedalına altında yumurta varmış gibi bas”. Hız yapmak için gaz pedalının sonuna kadar basmaya ihtiyaç yok. Bunun için otomobili fazla zorlamadan hızlandırmak ve hızı korumaya çalışmak yeterli. Otomobiliniz enjeksiyonluysa yokuş aşağı inerken gaza basmayın; ilerlemek için yer çekiminden faydalanın. Bilindiği üzere yokuş aşağı inerken gaza basılmazsa enjeksiyonlu otomobiller yakıt tüketmiyor. Ancak yokuş inerken kesinlikle vitesi boşa atmayın ve kontağı kapatmayın. Vites boşa atıldığında motora yakıt girişi kesilmediğinden tüketim devam eder. Ayrıca motor kompresyonu ortadan kalkacağından otomobili durdurmak güçleşir. Kontak kapatıldığındaysa fren sistemi çalışmadığı için yapılacak yakıt tasarrufuna karşılık ciddi kazalarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Yokuş çıkarken az yakıt tüketmek için yüksek viteste tam gaz yapmaktansa daha düşük viteste yarım, hatta çeyrek gaz yapmak daha doğru olur. Hız sınırlarına uymaya ve gereğinden fazla hızlı gitmemeye gayret edin. 90 km/s'den sonraki her 1 km/s artış yakıt tüketimini yüzde 1 oranında artırır. Saatte 120 km hızla giden bir araç 80 km/s hızla giden bir araca göre yüzde 25 daha fazla yakıt tüketir. Ayrıca yakıt tüketimini artıran "saldırgan" sürüşten kaçının; ancak az yakıt tüketmek için çok düşük devirlerde de sürekli yol almaya çalışmayın. Çok düşük devirlerde kullanılan bir otomobilin motoru daha çabuk yıpranır; bu da yakıt tüketimini azaltarak yapılan tasarrufun tamir ve yedek parçaya verilmesine neden olur. Rölantide ısıtmayın!Motoru rölantide ısıtmak yakıt tüketimini artırır. Motoru çalıştırıp hemen yola çıktığınızda yaptığınız birinci kilometre sonunda otomobilin yaktığı yakıt üç dakika rölantide çalışarak yaktığı kadardır.Yapılan bir teste göre 1.6 litrelik motor taşıyan kompakt sınıftaki bir otomobil 0 (sıfır) derece hava sıcaklığında marşa basıldığı andan 10’uncu kilometrenin sonuna kadar yaklaşık 4 litre yakıt tüketiyor. Motor normal çalışma sıcaklığına dört kilometre yol katedildikten sonra ulaşıyor ve tüketim fabrika verilerine yakın hale geliyor. Bu nedenle özellikle soğuk havalarda kısa mesafelerde otomobil kullanmak yerine yürümeyi tercih edin. Doğru viteste ilerleyin!Birinci vites otomobile hareket vermek için tasarlanmıştır. Uzun süre bu viteste gidilirse yakıt tüketimi anormal miktara yükselir. Vites değiştirirken motorun üst devirlere çıkarmaktan kaçının. Her motorun maksimum devir sayısı ve en verimli çalıştığı devir aralığı vardır. Bu devir otomobilden otomobile değiştiği için teknik verilerine bakarak ya da servislere danışılarak öğrenilebilir. Teknik verilerde "maksimum tork" adı altında görülen değer genellikle motorun en verimli çalıştığı ve az yakıt tükettiği devirdir. Otomobilden otomobile değişmekle birlikte genellikle 2000-4500 d/d aralığında olan maksimum tork devrinde kalacak biçimde vitesler değiştirildiğinde yakıt tüketimi önemli ölçüde azalacaktır. Ancak hiç bir zaman fabrika verisi olarak açıklanan yakıt tüketimine ulaşmayı hayal etmeyin. Çünkü bu veriler 90 km/s hızda, rüzgarsız ortamlarda tespit edilen verilerdir. Otomobili yol ve trafik koşullarına uygun kullanın. Ne kadar kararlı ve sakin otomobil kullanırsanız o kadar az benzin tüketirsiniz ve otomobiliniz de o kadar az yıpranır. Otomobili akan trafiğin hızına uygun kullanın. Aksi kullanım sürücünün ani frenaj ve ani hızlanmalara ihtiyaç duymasından ötürü yakıt tüketimini artırır. Önünüzdeki araçla yeterli takip mesafesi bırakın. Sık sık şerit ve hız değiştirmekten kaçının. Yavaşlamak gerektiğinde, örneğin kırmızı ışığa yaklaşırken hızı koruyup ani frenle durmak yerine ayağınızı gazdan çekerek otomobili motor kompresyonuyla yavaşlatıp hafif frenle durmak yüzde 15-20 oranında daha az benzin tüketmenizi sağlar. Otomobilinizi hafifletinOtomobilinizin üzerine monte ettiğiniz eşya yüklü portbagaj 100 km mesafede 2 litre, boş portbagajsa otomobilin aerodinamik yapısını olumsuz etkileyeceğinden yakıt tüketimini ortalama 0.5 litre artırır. Hız büyüdükçe hava direnci o oranda artacağı için portbagaj kullanıldığında yavaş gitmek göreceli olarak yakıt tasarrufu sağlayabilir. Otomobile fazladan takılan aynalar, süsler, o otomobil için özel olarak üretilmemiş spoylerler ve benzeri hava tutucu herşey aracın aerodinamik yapısını etkileyerek yakıt tüketimini artırır. Açık camlarla yolculuk yapmaksa neredeyse otomobilin iç mekanının bir paraşüt görevi görmesine sebep olur. Açık camlar şehir içi ya da şehir dışı yolculuklarda yakıt tüketimini 100 km'de en az 0.3 litre artırır; ancak camları kapatıp, varsa klimayı açmak da çözüm değildir; çünkü klima havanın sıcaklığına ve kullanılan kapasiteye göre yakıt tüketiminin 0.5-1 litre arasında artmasına neden olur. Unutmadan otomobilinde gereksiz yük bulundurmayın. Otomobilde bulunan her türlü ağırlık yakıt tüketimini olumsuz yönde etkiler. Tüketim artışı motor gücü düşük olan araçlarda daha belirginleşir. Standart bir otomobilde her 100 kg fazlalık için 100 km'de 1 litre tüketim hesaplanabilir. Bu nedenle otomobilde taşınan gereksiz eşyaları boşaltmakta yarar var. 10 ipucu

1- Aşırı hız yapmayın, yüksek devirlerde otomobil kullanmayın.
2- Ani kalkıştan ve frenden kaçının.
3- Yokuş aşağı inerken gazdan ayağınız çekin; vitesi boş atmayın, kontağı kapatmayın
4- Fazla ağırlıklardan kurtulun.
5- Aerodinamik yapıyı bozan eklentileri sökün.
6- Hava filtresini sık sık değiştirin.
7- Lastiklerinizi sık sık kontrol edin, hava basınçlarını fabrika verilerinde tutun.
8- Hız sabitleme sistemini sadece düz yollarda kullanın.
9- Uzun süre hareketsiz duracaksanız motoru kapatın, rölantide çalıştırmayın
10- Yaz aylarında klimayı ihtiyaç duydukça kullanın. Yolculuk boyunca sürekli açık tutmayın.

Cumartesi, Nisan 22, 2006

OBEZİTE HESAPLAMASI

Prof. Dr. Satman, tıbbi açıdan bakıldığında ''Obezite'' tanımlamasının ''Beden kitle endeksi (BKİ)''ne göre yapıldığına işaret ederek, BKİ'nin, vücut ağırlığının, boy uzunluğunun karesine bölünmesiyle bulunduğunu kaydetti.BKİ'nin 30 ve üzerinde olmasının Dünya Sağlık Örgütü'nce ''Obezite'' olarak tanımlandığını anlatan Satman, genel olarak BKİ ile ifade edilen vücut yapısının, kişinin sağlık riskini yansıttığını bildirdi. Satman'ın verdiği bilgiye göre, BKİ derecesi 20-24.9 arasında olanlar normal, 25-29.9 olanlar fazla kilolu, 30.34.9 hafif obez, 35-39.9 orta obez, 40 ve üstüne sahip olanlar da morbid obez (fazla şişman) olarak tanımlanıyor.

Pazartesi, Nisan 17, 2006

Bursa'dan dünyaya amörtisör

Bursa’da, 19 yıl önce küçük bir atölyede amortisör üretmeye başlayan Destek Otomotiv ürünlerini 5 kıtadan 45 ülkeye ihraç ediyor Destek Otomotiv Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Kumru, yaptığı açıklamada, firmanın 1987 yılında 2-3 kişinin çalışabildiği küçük bir atölyede aile şirketi olarak kurulduğunu söyledi.Kumru, ilk kuruluş yıllarında piyasada tutunmaya çalıştıklarını, ancak çok çalışarak, yurtdışındaki fuarlara katılarak, bugün Türkiye’nin ve dünyanın sayılı gazlı amortisör üreticisi haline geldiklerini kaydetti.Bursa Organize Sanayi Bölgesi’ndeki 6 bin metrekare kapalı alana sahip fabrika ile Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’ndeki bin 200 metrekarelik fabrikalarında 4 bin çeşidin üzerinde amortisör ürettiklerini anlatan Kumru, ürünlerini İngiltere, Almanya, İtalya, ABD, Kolombiya, Çin, Tayvan, Mısır, İran, Suriye’nin de aralarında bulunduğu 5 kıtadaki 45 ülkeye ihraç ettiklerini bildirdi.Kumru, üretimlerinin yüzde 70’inin ihraç edildiğini, kalan yüzde 30’luk kısmın ise yurtiçi piyasaya verildiğini ifade ederek, "İç piyasayı kaybetmek istemiyoruz. Ürettiğimiz amortisörlerden, akla gelebilecek her yerde yararlanılıyor. Otomobiller, büro mobilyaları, mutfak dolapları gibi birçok yerde kullanılıyor" dedi.İhracat yapmak isteyen firmaların yurtdışındaki fuarlara katılmalarının çok önemli olduğuna değinen Kumru, firma olarak yılda 10 fuarda yer aldıklarını, buralarda yaptıkları bağlantılar, kalite ve fiyatları sayesinde dünyaya açıldıklarını anlattı.Kumru, geçen yılın firma açısından iyi geçtiğini, ancak döviz kurunun düşük olmasının tüm ihracatçılar gibi kendilerini de etkilediğini kaydederek, 2005 yılında 3 milyon avro olan ihracatlarını bu yıl daha da artırmayı planladıklarını sözlerine ekledi.

Otomotiv devlerinin parça ihtiyacı Bursa'dan

Bursa’da İtalyan Magneti Marelli ve Koç Grubu ortaklığıyla kurulan MAKO, ünlü otomobil markalarına parça üretiyor
Ferrari, Lamborghini, Volkswagen, Toyota ve Renault gibi firmalara marş motoru, alternatör, kontak anahtarının yanı sıra aydınlatma elemanları ve klima üretiyor.MAKO'nun Fabrika Müdürü İbrahim İçöz, yaptığı açıklamada, firmanın 1970 yılında Bursa OrganizeSanayi Bölgesi’nde Magneti Marelli ve Koç Grubu ortaklığında kurulduğunu, 2005 yılında ise tamamen Magneti Marelli’ye geçtiğini söyledi.İlk yıllarda marş motoru, alternatör, cam silecek motoru ve mekanizması, distribütör, ateşleme bobini gibi elektromekanik parçalarla üretime başlayan firmanın, daha sonra radyatör fanmotorları, sigorta kutuları, klima-kalorifer ile far, stop ve sis lambalarından oluşan aydınlatma sistemleri de üretmeye başladığını ifade eden İçöz, Bursa dışında başka üretim yeri olmayan MAKO’da bin 105 işçinin çalıştığını kaydetti.Kapasite artışıİçöz, 2005 yılında cirolarının 2004 yılına oranla yüzde 9 arttığını, 2006 yılında ise yüzde 14’lük bir artış beklediklerini dile getirerek, bu yıl 115 milyon avroluk ciro hedeflediklerini bildirdi.MAKO’da 2005 yılında yapılan yatırımlarla özellikle aydınlatma ürünleri ve cam silecek motorlarının üretim kapasitelerinde önemli artışlar kaydettiklerini anlatan İçöz, şunları söyledi:"Cam silecek motorları üretim tesislerinde endüvi üretimine ve otomatik montaj hattına yatırım yapılmıştır. Aydınlatma ürünlerinden far üretim kapasitesi 2005 yılında 1 milyon 200 binden 1 milyon 500 bine çıkarılmıştır. Yıl içinde tamamlanacak yatırımlarla 2 milyon 400 bin adete çıkarılacaktır. Benzer şekilde stop lambası üretim kapasitesi de 1 milyon 100 binden 2 milyon 750 bin adete, cam silecek motorlarında ise 850 binden 1 milyon 150 bin adete çıkılmıştır."İçöz, ürünlerinin önemli bölümünü Almanya, İngiltere, İspanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinin yanı sıra Çin, Pakistan, Mısır, İran ve ABD’nin de aralarında bulunduğu 19 ülkeye ihraç ettiklerini belirterek, İran’da lisans verdikleri 2 fabrika bulunduğunu, birinde cam silecek motoru, diğerinde ise alternatör üretildiğini bildirdi.Bursa’da üretilen aydınlatma, elektromekanik ve havalandırma sistemlerinin Fiat, Renault, Toyota, Hyundai, Peugeot, Ford, Isuzu, Ferrari, Lamborghini ve Volkswagen gibi otomotiv firmalarına satıldığını anlatan İçöz, 2006-2007 döneminde BMW’nin 5 serisi ile "Mini" marka araçlara sis lambası üretimine başlayacaklarını kaydetti.İçöz, bu parçaların çok önemli olduklarını dile getirerek, şöyle dedi: "Bunlar BMW’nin prestij araçları. BMW’nin 1 serisine de sis lambası üreteceğiz. Şu anda numuneleri verdik, testler yapılıyor. Yıl içinde seri üretime geçeceğiz. Ayrıca, ilk kez Honda’nın CRW aracına sis lambası yapacağız, bu da bizim için çok önemli. Volvo S40 ve V50 serisine de sis lambası üreteceğiz. Bu konudaki görüşmeler devam ediyor."

Acı Ama Gerçek

Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının, Nevşehir'in Ürgüp ilçesinde verdiği konseri, 7 kişi izledi.
Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin 9 sanatçısı, 2 teknik eleman ve 1 turne başkanıyla birlikte, Turizm Haftası'nın açılışı nedeniyle, konser vermek için Ürgüp Belediye Kültür Merkezi'ne geldi. Konserin başlama saatine kadar salona kimsenin gelmemesi üzerine bir süre bekleyen sanatçılar, yaklaşık 20 dakika sonra aralarında Ürgüp Belediyesi Başkan Yardımcısı Kazım Şahin'in de bulunduğu 7 kişiye konser verdi. İzleyici sayısının az olması nedeniyle 4 eser seslendiren sanatçılar, konseri programlanan saatten önce bitirdiler. Belediye Başkan Yardımcısı Kazım Şahin de konseri İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün organize ettiğini ve kendilerinden sadece salon tahsis edilmesini istediklerini söyledi.Buna rağmen konserin duyurusunu kendi imkanlarıyla yapmaya çalıştıklarını ifade eden Şahin, vatandaşların yeterli duyuru yapılmadığı için konsere ilgi göstermemiş olabileceğini kaydetti.Salondaki vatandaşlardan bazıları ise, konserden bilgileri olmadığını, film gösterimi yapılacağını sanarak salona geldiklerini söylediler

Digital Değişim Devam Ediyor

İkinci Dünya Savaşı’ndan Berlin Duvarı’na, Vietnam Savaşı’ndan Sovyetler Birliği’nin dağılışına kadar yaşadığımız yüzyılın özeti o küçüçük film karelerine sığdı. Dünyada olan olaylar fotoğrafçılığın gelişimini etkiledi. 35 milimetrelik o saydam tabaka üzerine yansıyan unutulmaz görüntüler de dünya tarihini etkiledi. Öyle anlar geldi ki film kareleri bombadan daha güçlü oldu. Ne var ki, yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan dijital fırtına bu filmin sonunun geldiğini haber verdi. Kısa sürede gelişmiş ülkelerde dijital fotoğraf makinesi satışları geleneksel makine satışlarını geçti. Photo Marketing Association verilerine göre, ABD’de 12,5 milyon dijital fotoğraf makinesi satışına karşılık 12,1 milyon adet geleneksel fotoğraf makinesi satışı gerçekleşiyor. Amerika’da evlerin yüzde 95’indeki fotoğraf makinelerinin yüzde 80’i dijitale dönüştü bile. Karanlık odalar boşalmaya başladı. Geleneksel fotoğrafçılık sektörü küresel bir krize girdi. Sektörün devi Ilford Imaging, Alman Agfa iflas bayrağını çekti. Kodak, siyah-beyaz film kağıdı ürettiği Rochester ve Brezilya’daki fabrikalarını kapattı. Böylece fotoğrafçılığın temel taşı sayılan siyah-beyaz filmler, pazardan silinmeye başladı. Kodak firması, ABD, Kanada ve Batı Avrupa’da, film kullanılarak çekim yapan “geleneksel fotoğraf makinesi” satışını da durdurdu. Firma, buna gerekçe olarak bu bölgelerde hızla gelişen dijital fotoğraf teknolojisi karşısında, satışları 2,5 milyon adet düşen eski tarz makinelerin cazibesini yitirmesini gösteriyor. Her şeye rağmen filmin sonu henüz gelmedi. Firmaların imdadına Doğu’nun fakir halkları yetişti. Batılı firmalar, Çin, Rusya, Hindistan ve Afrika’da henüz fotoğraf makinesiyle bile tanışmayan 1 milyardan fazla insana geleneksel fotoğraf makinesi satmayı planlıyor. Yani Batı’da son zamanlarını yaşayan film, Doğu’da daha yeni gösterime girecek. Bu yüzden pazarının önemli firmaları olan Canon, Fuji, Minolta ve Nikon filmli fotoğraf makinesi üretimlerini sürdürüyor. Halen yılda 120 milyon kasetten fazla film üretimi ve satışı gerçekleştiren Kodak da 35 milimetrelik fotoğraf makinesi işi için aynı pazarları hedefliyor. Türkiye de ciddi büyümenin beklendiği pazarlar arasında yer alıyor. Çünkü Türkiye’deki evlerin henüz yüzde 60’ında fotoğraf makinesi bulunmuyor. Dijital makine sahibi olan hane sayısı ise yüzde 10 civarında. Buna karşılık film pazarımızın büyüklüğü 18-20 milyon dolar. Ancak, Batı’da tükenen geleneksel pazarın asıl hedefi Çin. Kullandığımız dijital fotoğraf makinelerinin arkasında bile “Made in China” yazıyor olsa bile, Çinlilerin yüzde 60’ının evinde henüz fotoğraf makinesi bile bulunmuyor. Çinlilerin yakın zamanda dijitale geçmesi beklenmiyor. Çünkü birçok Çinlinin evinde henüz bilgisayar yok. Dijital teknoloji bilgisayarla uyumlu olduğundan dolayı, filmin Çin’deki hakimiyeti bir süre daha devam edecek. Meşhur Çin atasözü ‘Bana balık verme, balık tutmayı öğret’ diyor. Batılı şirketler henüz fotoğraf makinesi olmayan 800 milyon Çinliye balık yerine birer fotoğraf makinesi verip, siz deklanşöre basın gerisini biz halledelim diyecek. TURKUAZ/ZAMAN

Pazar, Nisan 09, 2006

Ünlüler, Efendimizi nasıl anlattı?

Futbol, sanat, siyaset ve bilim dünyasının ünlü isimleri 'Allah Resulü’nün adı anıldığında ilk olarak O’nunla ilgili ne aklınıza gelir?' sorusunu Turkuaz'a cevapladı.
“Ey insanlar! Rabb’iniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır.” İslam Peygamberi 63 yıl şereflendirdiği dünyadan ayrılırken ümmetine böyle sesleniyordu. O herkesin Peygamberi’ydi. Hep ümmeti için çalıştı. Giderken de sordu: “Görevimi yaptım mı?” Sahabenin gözyaşları içerisinde “Evet” diye mukabele etmesi üzerine huzur içinde şöyle dedi: “Şahit ol Ya Rab!” O, beyazın, siyahın, görenin görmeyenin, duyanın duymayanın, çocuk, genç, ihtiyar herkesin Peygamberi’ydi. İnsanlığın kurtuluşu için çalıştı. O’na iman eden ümmeti de hiçbir zaman O’nu aklından çıkarmadı, her ismi anıldığında sızlayan kalbi üzerine elini bastırarak acısını hafifletmeye çalıştı. O’nun ümmetini yetim bırakıp Rabbi’ne kavuşmasının üzerinden 14 asır geçti. Bu pazar O’nun dünyayı şereflendirdiği gün. Bu günün anısına O’nu ümmetine sorduk: “Allah Resulü’nün adı anıldığında ilk olarak O’nunla ilgili ne aklınıza gelir?” Herkes içinden geldiği gibi cevap verdi. Cevapların birleştiği ortak nokta ise O’na olan aşk ve sevginin hiç bitmeyecek olması...

Zülfü Livaneli (Gazeteci/Yazar): Çocukluğumdan beri Hz. Muhammed ismini duyduğum zaman yüreğim kabarır, heyecanlanırım. Dünyaya gelmiş geçmiş insanların en şefkatlisi, en merhametlisi bir peygamber olarak düşünürüm O’nu. İnsanın insanı ezmesine, dogmalara kapılmasına, fanatizme düşmesine engel olan bir büyük öğretici, bir aydınlatıcı olarak algılarım. Doğruluğun, dengenin, insancıllığın doruğu olduğunu bilirim. Zulme ve sürgüne uğramış, yanlış anlaşılmış, hayatına kastedilmiş ve ölümünden sonra da torunları ve damadı öldürülmüş bir aile reisi olarak çektiği acılar içimi titretir. Onunla birlikte ehli-beyti de erdem sahiplerinin en yüceleri olarak görürüm. İnsan soyu Hz. Muhammed’le şereflenmiş, onunla yücelmiştir.
Fatih Terim (Milli Takım Teknik Direktörü): Hz. Muhammed’in doğumu sadece biz Müslümanlar için değil insanlık tarihinin en önemli olaylarından biridir. Batılı uzmanlar konuya sadece dinsel açıdan bakmayıp sosyolojik yönden de incelemeler yapmışlar. Bu açıdan Hz. Muhammed’in üstün kişiliğini ve insanlığa çok büyük katkılarını değerlendirmişlerdir. Yaptığı her hareketin ve söylediği her sözün ne kadar gerçekçi ve yerinde olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Bütün sözleri beni etkilemişti ama; “Cennet anaların ayağı altındadır.” her açıdan çok anlamlıdır.
Fatih Kısaparmak (Sanatçı): Hz. Muhammed denildiğinde aklıma pek çok şey geliyor ama ilk gelen yönü O’nun eşi benzeri bulunmayan ölçüdeki Allah ve insan sevgisi aklıma geliyor. O’nun sevgisi sadece insanlarla da sınırlı kalmıyor. O yaratılmış olan her şeye duyduğu derin sevgi... O öğüt verme yerine örnek olmayı tercih etmiş, hayatı boyunca yaşadığı bu tavrıyla anıtlaşmıştır.
İzzettin Doğan (CEM Vakfı Genel Başkanı): Beni çok sevdiğim Tanrı’ya götüren Ulu Peygamber olarak aklıma geliyor.
Muhsin Yazıcıoğlu (BBP Genel Başkanı): Peygamberimizin adı ilk anıldığında, peygamberlik davasından vazgeçmesi konusunda kendine yapılan teklif ve tanınacak imkanlar aktarıldığında “Vallahi bir elime güneşi, bir elime de ayı koysanız ben davamdan vazgeçmem.” demesi aklıma geliyor. Yine davasında bu kadar kararlı olan bir kimsenin sevgi ve şefkatte de en önde olması akla gelen diğer bir yönü.
Prof. Dr. Toktamış Ateş (Gazeteci/Yazar): Peygamberimizin ismi ilk anıldığında aklıma gelen O’nun Arap toplumunda uyguladığı uygarlık projesi geliyor. Yaptıklarıyla, eserleriyle, tavır ve tutumlarıyla geliştirdiği uygarlık projesi. Bu proje bir bir alınıp günümüzde uygulanması gereken bir proje.
Dr. Şaban Odabaşı (Vakıf Gureba Hastanesi Radyoloji Klinik Şefi): Peygamberimizin ismi ilk aklıma geldiğinde hem her zerresi her hücresi milyonlarca sanatlarla işlenmiş sanat galerisi olan kainatın mahiyetini bilmek hem sanatkarının mahiyetini, kıymetini, maksat ve hikmetini hem insanın bu aleme gönderilmesinin gayesini öğreten o öğretmene hayranlık ve hürmet hem akıbetimizin yokluk ve hiçlik olmayıp ebedi saadet olduğunu bildiren, hem insanlığı o saadete çağıran o şefkatli davetçinin o davetine bütün ruhumla icabet etmek coşkusu aklıma geliyor.
Necmi Sadıkoğlu(Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı Genel Başkanı): O’nun adı anıldığında aklıma ilk gelen özelliklerinden birisi O’nun rahmet peygamberi olması. O Rahmet Peygamberi olarak geldi. Kendisine “Aklını kaçırmış” diyenlerin bile aklını, ruhunu, insanlığını kurtardı. Çok sevdiği amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi kurtarmakla âlemlere rahmet olarak gönderildiğini bilfiil ispât etti. O, asla kaba ve ufku dar değildi. O’nun gönlü hep iyilik için çarpardı.
İbrahim Üzülmez (Futbolcu, Beşiktaş): Peygamber Efendimiz, kendisine ve yanındakilere müşriklerin eziyet etmesine rağmen onun gösterdiği hoşgörü beni çok etkilemiştir. Hatta Bedir Savaşı’ndan sonra alınan esirlere yaklaşımı beni çok duygulandırır. Size yıllarca eziyet edecekler, aç susuz bırakacaklar, bunlara sabır göstereceksiniz ve ardından galipken onları affedecek, serbest bırakacaksınız. Bunu kimse yapamaz. Merhameti, şefkati herkesi kucaklıyor, keşke günümüzde de insanlar onun yaptıklarının birazını bile yapabilseler.
Okan Buruk (Futbolcu, Beşiktaş): Peygamber Efendimiz’in beni en etkileyen yönü özü, sözü, tavır ve davranışlarıyla dosdoğru olmasıdır. Peygamber olmadan önce bile Emin olarak bilinmesi herkesin ona güvenmesi, malını emanet etmesi, etrafına güven telkin etmesi bile O’nun peygamberliğine bir örnektir. Müslüman olmayanlara bile gösterdiği hoşgörü, sevgi ve davasını anlatmaktaki azmi çok önemlidir.
Selda Alkor (Sanatçı): Allah’ın adı anıldığında ne düşünüyorsam Peygamberimiz’in adı anıldığında da onu düşünüyorum. Dinime imanıma bir kuvvet veriyor, tarif edilmez bir duygu yaşıyorum. Sıkıntı yaşadığım her zaman O’nun adını anıp rahatladığım bir nokta. Gerek Allah’ın ismini gerekse Peygamberimiz’in adının anıldığında manevi bir yoğunluğun oluştuğunu hissediyorum.
Ahmet Özhan (Sanatçı): Efendimiz’in ism-i şerifi, adı anıldığında Cenab-ı Hakk’ın şu hadis-i kudsisi aklıma geliyor: Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi, sevilmeyi murad ettim. Din muhatabının var olması aklıma geliyor. Benim öyle bir anım vardır ki Rabb’imle arama hiç kimse giremez Cebrail bile olsa.
Muazzez Ersoy (Sanatçı): Sohbet ortamında veya herhangi bir konuşmada Peygamberimiz’in adı anıldığında ilk aklıma gelen Allah ve Allah’ın Habibi olduğudur. Kainatın ve bizlerin O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılması aklıma ilk gelenlerdendir. İsteğimiz O’nun şefaatine kavuşmaktır.
Muhammet Ubeyd Korbey (Sigarayla Savaşanlar Vakfı Başkanı): O’nun adı anıldığında Yüce Yaratıcımız Rabb’imizin Sevgilisi aklıma gelir, bu nedenle bütün hücrelerime kadar sevgi deryasında yoğrulduğumu hissederim. Hem bu dünyanın hem ulaşacağımız ebedi dünyanın güneşi olduğu için düşüncelerimi nurun aydınlığı kaplar. Onun verdiği bu hissiyatla tüm yaratılmışlara yönelik merhamet duygularımda artış olur. Bu duyguların yanı sıra bir özlem de içimi kavurur. Bir gün ona kavuşmanın özlemidir bu duygum. O vuslat anını düşlerim, içimi sonsuz bir huzur kaplar. Sonsuz selam ve salavat Sevgili Peygamberimiz, Allah’ın Resulü’nün üzerine olsun.
Osman Pepe (Çevre ve Orman Bakanı): Peygamberimiz’in adı anıldığında aklıma ilk gelen konulardan birisi çevre temizliği ve yeşillik. Güzel bir çevre denilince akla iki şey gelir. Bunlardan biri temizlik, diğeri de yeşilliktir. Yüce dinimiz ikisine de büyük önem vermektedir. Peygamber Efendimiz ağaç dikimine ve korunmasına çok önem vermiştir. Kendisi de bizzat mübarek elleriyle hurma ağaçları dikmiş, bizleri de buna teşvik etmiş. Ormanların tahrip edilmesinin, gereksiz ağaç kesilmesinin de büyük günah olduğuna işaret etmiştir.
Hakan Şükür (Futbolcu, Galatasaray): Remzi, gül olan nebi, iyilerle kötülerin tefrik edilemediği iyiliklerle kötülüklerin tamamen birbirine karıştırıldığı bir dönemde Allah’ın elçisi olarak teşrif edip 40 yaşında nübüvvete erdi. Bundan sonradır ki insanlık adına her şey düzelip taşlar yerine oturdu. İyi kötü bir birinden tefrik edilir oldu. İnsan yaşama insanlık için yaşama onunla hayat buldu. Her dönemin ona çok ihtiyacı olduğuna inanıyorum.
Ergun Gürsoy (Galatasaray eski Yöneticisi): Peygamberimizin adı anıldığında O’nun insanlığın kurtuluşa ermesi için verdiği mücadele aklıma gelir. O’nun tek gayesi insanlığı karanlıktan çıkartıp aydınlığa eriştirmektir. Bu nedenle yaptığım her umrede O’nun hayatı ve bu yolda çektiği sıkıntılar gözümün önüne gelir ve beni farklı bir aleme götürür. O’nun mübarek ağzından çıkan her söz insanlık için son derece önemlidir.
Selahattin Özgündüz (Türkiye Caferileri Lideri): Resulullah deyince akla ilk olarak güzel ahlak, sevgi, şefkat, merhamet, cömertlik, eminlik, affedicilik, kerem, tevazu ve Allah’a teslimiyet gelir. “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” ayetlerinin Hz. Peygamber üzerinde tecelli ettiği, yaşantısında o kadar aşikârdır ki onun peygamberliğine inanmayanlar dahi bunları itiraf etmiştir.
MÜKREMİN ALBAYRAK-ZAMAN / TURKUAZ

Cumartesi, Nisan 08, 2006

Takımların Simgeleri

Gönül verdiğimiz kulüplerin adlarıyla bütünleşen sembollerin ilginç öyküleri var.
Kulüpler ile özdeşleşen hayvan figürleri taraftarların gönlünde özel bir yer tutuyor. Kulüp flamalarında, taraftar yayınlarında, internet sitelerinde, hediyelik eşyada kullanılan semboller, yeri geldiğinde takımı ateşleyen slogan yeri geldiğinde rakibe üstünlüğün adı oluyor. TEZAHÜRAT SONRASI GELEN SEMBOL

Beşiktaş ile bütünleşen ''Karakartal''ın sembolleşme öyküsü kulüp tarihçesine göre şöyle gelişir: ''1940-41 sezonuna gençleştirilmiş ve yenilenmiş kadrosuyla giren siyah-beyazlılar, haftalar ilerledikçe puan farkını açar ve ligdeki liderliğini sürdürür. Bitime 5 hafta kala rakip Süleymaniye'dir. 19 Ocak 1941 Pazar günü Semih Duransoy'un hakemliğini yaptığı maçta Beşiktaş, Şeref Stadı'nda o sezonun bütün karşılaşmalarında olduğu yine muhteşem bir oyun ortaya koyar. Maçın ikinci yarısının ortalarında Beşiktaş farklı önde olmasına rağmen rakip kaleye bitmek tükenmek bilmeyen hücumlar gerçekleştirmektedir. İşte o sıralarda Beşiktaş'ın akın yönü olan Şeref Stadı'nın Atatürk panosu bulunan tarafındaki tribününden bir ses yükselir: ''Haydi Kara Kartallar. Hücum edin Kara Kartallar''. Şeref Stadı'nı dolduran binlerce taraftar ve maçı takip eden gazeteciler, çınlayan sesle donup kalmıştır. Son derece isabetli bir benzetmedir o anda yapılan. O sezon rakiplerini ezip geçen Beşiktaşlı futbolcuları ''Kara Kartal''dan, oynadıkları futbolu ''Kara Kartal gibi hücum etmek''ten başka bir şekilde tarif etmek mümkün değildir. Tribünlerden gelen sesin sahibi Mehmet Galin isimli bir balıkçıdır. 6-0 biten maçın ardından, Beşiktaş'ın sembolü ''Kara Kartallar'' olmuştur.
SARI KANARYA RESMİ SEMBOL DEĞİL
Fenerbahçelilerin gönül verdiği ''Sarı Kanarya'' figürü resmi bir sembol olmamasına rağmen uzun yıllardır kulüple bütünleşmiş durumda. Taraftarının gönlünde ayrı bir yeri olan Sarı Kanarya'nın ortaya çıkışının ise sarı-lacivert formayı 308 giymeyi başaran Kaleci Cihat Arman'ın sarı renkli formasından kaynaklandığı biliniyor. Fenerbahçe'de uzun yıllar futbol oynayan, ''Uçan Kaleci'' lakabını alan ve maçlara çıktığı sarı renk formasıyla dikkat çeken Cihat Arman'ın, gazetelerde ''sarı kanarya'' olarak isimlendirilmeye başlanmasıyla sarı-lacivertli taraftar ''Sarı Kanaryalar'' sembolünü benimser.
LAKABI TAKIMIN SEMBOLÜ OLDU
Galatasaray Lisesinde okuduğu yıllarda futbola başlayan Nihat Bekdik, kısa zamanda A takıma yükselir. Olağanüstü bir performans sergileyen Bekdik'e taraftar ''Aslan Nihat'' ismini takar. Galatasaray'da 18 yıl futbol oynayan Bedik, 8 yıl kaptanlığını da yaptığı Galatasaray'a lakabını sembol olarak bırakır.
HERKESİN BİR HAYVANI VAR
''Dört Büyükler''den Trazonspor'un kaplan sembolüyle anılmasının nedeni ise gazetelerin benzetmesinden kaynaklanıyor. Türkiye Spor Yazarları Derneği Trabzon Şube Başkanı İhsan Öksüz, kaplanın Trabzonspor'un resmi sembolü olmadığını belirterek, ''15-20 yıl önce kartal, kanarya, aslan gibi sembollerle büyük takımların anılması nedeniyle dönemin gazeteleri de Trabzonspor'a kaplan yakıştırmasını yaptı. Daha sonra bu sembol gibi oldu, ama sembolleşen kaplana tepki gösterenler halen var'' diye konuştu.
BELGESEL İZLERKEN TİMSAH SEMBOLÜ DOĞDU
2. Lig (A) kategorisinde şampiyonluğa koşan Bursaspor'un sembolü olan timsahın doğuşunun ise ilginç bir hikayesi var. Bursaspor, 1992 yılında Beşiktaş'la oynadığı ve 0-0 biten maçın sonrası bir kulüp yöneticisi, yeşil inci olan takımın sembolünü çok durağan bularak hareketli bir varlık olması gerektiğini ifade eder. Bursasporlu yöneticilerin yeni sembol arayışları 6 ay sürer. Bu arada, izlenilen bir belgeselde timsahın boğayı yiyişini gören yönetici, takımın sembolü olarak timsahı önerir ve bu öneri kabul görür. Bursaspor'la özdeşleşen gol sevinci ''timsah yürüyüşü''nün mucidi ise Ugandalı futbolcu Majid Mussisi. Mussisi'nin İntertoto maçlarında Almanya'nın Karlsruhe takımıyla oynanan maçta attığı gol sonrası yaptığı timsah yürüyüşü büyük ilgi görür ve gelenekselleşir. Mussisi, geçen yılın sonlarında yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak Uganda'da yaşamını yitirir

Cuma, Nisan 07, 2006

Hacker'ler misyoner siteleri çökertti

İnternet üzerinden misyonerlik faaliyetleri yürüten 3 site 'Cyber-Warrior/AKINCILAR TİM' adlı hacker grubu tarafından devre dışı bırakıldı.

'Cyber-Warrior/AKINCILAR TİM' lideri Osmangazi, yaptığı açıklamada 'İslamiyet karşıtı yayın yapan ve Müslüman halkımıza çeşitli sözlü saldırılar düzenleyen bu 3 site kapatılmış ve bu siteler AKINCILAR tarafından kontrolümüz altına alınmıştır.' dedi


HACKLENEN SİTELER ŞUNLAR:
http://www.mujde.org
http://www.mesih.org

http://www.isamesih.com

Aynı hacker grubu karikatür krizi sırasında 8 bin Danimarka sitesini çökertmişti

Doğalgaz sevinci

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Trakya Bölge Müdürlüğü'nün Silivri Sinekli ‘de yaptığı ilk doğalgaz sondajı, keşifle sonuçlandı
Türkiye'de doğalgaz olması muhtemel alanlar son derece çok. Ancak ülkemiz on yıllardır süren yanlış enerji politikalarının bir sonucu olarak ithal enerjiye adeta mahkum hale geldi.Türkiye'nin önümüzdeki 15 yılda ithal doğalgaza toplam 98 milyar dolar ödeyeceği tahmin ediliyor. Bu açıdan döviz çıkışını engelleyecek yerli üretimin artması gerekiyor. Bu konuda çalışmalarını hızlandıran TPAO sondaj çalışmalarına başladı. Petrol aramacılığı sektörü çalışanlarınca Trakya, Marmara Denizi doğalgaz bulundurma potansiyeli yüksek alanlar arasında yer alıyor. TPAO Trakya Bölge Müdürlüğünce bu yıl Trakya’da 15 kuyu açmayı planlıyor Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Trakya Bölge Müdürlüğü'nün Silivri Sinekli ‘de yaptığı ilk doğalgaz sondajı, keşifle sonuçlandı.
Yetkililerin açıklamalarına göre bu son yıllarda Trakya'da keşfedilen en büyük doğalgaz rezervlerinden biri. TPAO Trakya Bölge Müdürü Adnan Eroğlu türkiye’ye ekonomik olarak büyük katkı sağlayacak olan bu kuyunun son derece önemli olduğunu söyledi. Erdoğlu’na göre bu kuyudan çıkan doğal gaz diğerlerininde müjdecisi TPAO yetkilileri Doğalgazı 1363 metreden bulduklarını söylediler.

Hangi otomobil markası kaç sattı?

Otomotiv Distribütörleri Derneği'nden edindiği bilgiye göre, banka kredi faizlerinin düşmesi ülkedeki yerli ve ithal otomobil satışlarını önemli oranda artırırdı. 2005 yılında satılan 438 bin 597 otomobilin yüzde 68,8'ini (301 bin 889 adet) ithal, geriye kalan yüzde 31,2'sini ise (136 bin 708 adet) yerli otomobiller oluşturdu. Geçen yıl otomobil satışlarında ithalde 46 bin 213 adet satışıyla Ford, yerlide ise 57 bin 236 adetle Renault birinci sırayı aldı. Ford 2005 yılı ithal satışların yüzde 15'ini, Renault ise yerli pazarın yüzde 41,8'ini üstlendi. İthalde Ford'u, 37 bin 320 adetle Opel, 31 bin 508 adetle Volkswagen, 22 bin 313 adetle Peugeot, 21 bin 700 satış rakamıyla ise Hyundai izledi. Toyota 12 bin 759 adet, Renault 19 bin 142 adet, Citroen ise 9 bin 926 adet otomobil sattı. Yerli de ise Renault'u 30 bin 985 adetle Fiat, 22 bin 358 ile de Hyundai izledi. Bu yılın Ocak ve Şubat aylarında da yerli ve ithal otomobil satışlarında liderler değişmedi. İthalde 4 bin 577 ile Ford, yerlide ise 3 bin 820 adetle Renault ilk sıradaki yerlerini korudu. Ocak-Şubat döneminde satılan 11 bin 80 yerli otomobilin yüzde 34.4'ünü karşılayan Renault'un arkasından, 2 bin 593'le Fiat, bin 675 adetlik satış rakamıyla da Hyundai geldi. Aynı dönemde satılan 30 bin 355 ithal otomobilin de yüzde 15'ini Ford oluşturdu. Ford'u, 3 bin 3 adetle Volkswagen, 3 bin 450 adetle Opel, bin 965 adetle Peugeot, bin 947 adetle ise Kia izledi.

Çarşamba, Nisan 05, 2006

İyi ücret veren şirketler hangileri?

Bankacılıkta İş Bankası ve Finansbank, inşaatta Tekfen ve Gama, BT'de Turkcell ve HP... Bu şirketlerin ortak özellikleri çalışyanlarına sektör ortalamalarının çok üzerinde, kimi zaman yüzde 30-40'ları aşan düzeyde yüksek ücret ödemeleri. Bu konu, iş dünyası kulislerinde en çok konuşulan konuların başında geliyor. 'Yüksek ücret' politikası izleyen bu şirketler, hem İK danışmanları tarafından hem de sektör yöneticileri tarafından adeta parmakla gösterilecek kadar net biçimde biliniyor İş yaşamında 'iyi ücret' veren şirketler ile 'çok yüksek ücret alan yöneticiler' hep çok konuşulan konular arasındadır. Dünyanın önde gelen yönetim gurularından Tom Peters, 'İşinizi Yeniden Yaratın' adlı kitabında, bu konu hakkında ilginç saptamalarda bulunuyor. 'Yüksek ücretin iş hayatında yetenek savaşını kazanmak için yeterli olmadığını düşünüyorum' diyor. Ona göre, yetenek savaşını kazanmak için olmazsa olmaz olan şey ise 'fırsat'... Yani çalışanlara kendilerini göstermeleri, dünyaya bir çentik atabilmeleri için fırsat tanıyan şirketlerin bu savaşta öne çıkma şansı daha yüksek. Ancak, Peters, 'sadece yüksek ücret yeterli değil' dese de, çok düşük ücretler ödeyip sonra da 'yüksek eleman sirkülasyonu'ndan şikayet eden patronları dinleyince çılgına döndüğünü de söylüyor. Neden Yüksek ücret? Kuşkusuz yüksek ücret politikası izleyen şirketler, sıkı rekabet ortamında bu uygulamadan sağlayabilecekleri faydanın hesabını iyi yapıyorlar. Yüksek ücret ödeyerek, iyi çalışanlarını rakiplere kaptırmamayı ve eleman yetiştirme maliyetlerinden tasarruf etmeyi hedefliyorlar. Yahoo'nun kurucusu Jerry Yang, ücret politikalarının ardındaki mantığı, 'Biz mühendislerimizi profesyonel atletler gibi değerlendiriyoruz. Yüksek performanslı insanlara kendi fonksiyonlarındaki ortalama birinden 10 kat fazla değer veriyoruz' diyerek açıklıyor.
McKinsey'in yetenek gurusu Ed Michael ise 'En üst seviyede performans gösteren şirketler, performansı zirvede olan çalışanlarını kaybetmemek için, diğer şirketlere göre daha fazla ödemeye 2, hatta 4 kat daha hevesliler' değerlendirmesini yapıyor.
Şu veya bu sebepten, Türkiye'de de bazı şirketler sektör ortalamalarının çok üzerinde ücret stratejileriyle kendilerinden söz ettiriyor. Bu şirketler sektör ortalamasının yüzde 30-40 üzerinde ücret ödeyerek, yatırım yaptıkları insan kaynaklarını ellerinde tutmaya çalışıyor. Kimler yüksek ücret ödüyor? Yüksek ücret denince akla bir zamanlar bankacılık sektörü gelirdi. Ancak bu tablo 2001 yılındaki ekonomik krizden sonra değişti. Örneğin, yüksek ücret politikasıyla efsane olmuş bir Demirbank kalmadı. HSBC'nin zaman içerisinde eski ekibin ücretlerini de piyasa ortalamasına çektiği söyleniyor.
İş Bankası'nda ücret düzeyi, sektördeki diğer bankalarla paralellik gösteriyor. Ancak, çalışanlar aynı zamanda bankanın ortağı olduğu için, her yıl nisan ayında dönem sonunda elde edilmiş kâra göre, o yıl belirlenecek katsayı ile çalışanların aylık ücretlerinin çarpımından elde edilen tutarlar, tüm çalışanlara 'kârdan pay' olarak ödeniyor. Ayrıca yöneticilere 'yöneticilik primi' dağıtılıyor. Bu da diğer bankalara göre İş Bankası'nda ücret ortalamasını yükseltiyor. Zam oranı ise toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ele alınıyor.
HP Türkiye'de çalışanların sadece yüzde 3'ü kendi isteğiyle şirketten ayrılıyor. İnsan Kaynakları Müdürü Adnan Erdoğmuş, bu oranın sektör ortalaması göz önüne alındığında çok düşük ve pozitif bir oran olduğuna değiniyor ve şöyle devam ediyor: ' Yüksek ücret her şeyden önce başarının ödüllendirilmesi olarak algılanıyor. Motivasyon artışı ve çalışan bağlılığına katkı sağlıyor. Şirketten kendi isteğiyle ayrılanların sayısını düşük tutuyor. Dolayısıyla, insan kaynaklarına yaptığınız yatırımlar ve uzmanlıklar, şirket bünyesinde korunuyor ve kuruma değer sağlamaya devam ediyor.

İŞTE ÇİZGİNİN ÜZERİNDEKİ ŞİRKETLER BANKACILIK: Citibank, HSBC, Finansbank, İş Bankası, TEB Yabancı bankaların özellikle genel müdürlük organizasyonlarındaki pozisyonlar için ödedikleri ücretler, sektör ortalamasının üzerinde. İş Bankası ise orta ve alt kademede en iyi ücret ödeyen banka olarak biliniyor.
BEYAZ EŞYA VE ELEKTRONİK: Arçelik, Bosch, GE, Siemens Bu sektörde de yüksek ücret ödeyen şirketler arasında ilk sırayı uluslararası şirketler alıyor. Sektörün güçlü yerli oyuncusu Arçelik de pazardaki ağırlığını artırmak için nitelikli işgücünü tercih ediyor.
BİLİŞİM: Turkcell, Microsoft, IBM, HP Uluslararası bilişim şirketleri, yurtdışındaki uygulamaları da göz önünde bulundurarak ücret belirliyor. Bu nedenle bu şirketlerde ücretler daha yüksek. Turkcell ise sektördeki iddiasını güçlendirmek için 'iyi' ücretler ödüyor.
GIDA: Nestle, Kraft, Ülker, Unilever, Frito Lay Gıdada yüksek ücret veren şirketler, çalışan bağlılığını ve bu sayede istikrarı sağlamayı hedefliyor. Büyük eğitim ve know-how yatırımı yaptıkları çalışanlarının rakip tekliflerine açık olmalarını istemiyorlar. Bu nedenle ücretleri yüksek tutuyorlar.
İLAÇ: Pfizer, GlaxoSmithKlein, Novartis, Roche Nitelikli insan gücüne duyulan ihtiyaç ve sektör özelinde çok sıkı bir rekabet yaşaması şirketleri yüksek ücret ödemeye yöneltiyor. Sektörün öncüleri ve agresif büyüme hedefleri olan şirketler, bu nedenle ücretleri yüksek tutmak zorunda kalıyor.
İNŞAAT: Enka, Tekfen, Gama Ücret ortalaması çok yüksek bir sektör değil. Küçük çaplı ve kurumsal olmayan şirketler ağırlıkta. Ancak büyük projeleri gerçekleştiren kurumsal şirketler sektör ortalamasının yüzde 20-30 üzerinde ücret ödüyorlar. Çimento sektöründe ise Set Group ve Lafarge, ücret politikalarıyla rakiplerinin önüne çıkıyor.
KİŞİSEL BAKIM VE TEMİZLİK: Unilever, Procter&Gamble Unilever ve P&G, sadece sektörlerinde ve Türkiye'de değil, faaliyet gösterdikleri diğer ülkelerde de ortalamanın üzerinde ücret ödüyor. Rekabetin yoğunluğu, bu iki şirketin ücretlerini sektörün yüzde 30-40 üzerinde tutmasına neden oluyor.
MOBİLYA: İkea, Tepe Group İkea, uluslararası organizasyonuyla uyumlu ücret politikası izlerken, Tepe, güçlü bir grup olmasının avantajlarını çalışanlarına yansıtıyor.
OTOMOTİV: Mercedes, Renault, Peugeot Yoğun rekabet, iddiası olan şirketlerin ortalama yüzde 30'a kadar daha fazla ücret ödeyerek nitelikli işgücü istihdam etmesine neden oluyor. Firmaların yabancı olması da yüksek ücretlerde etkili.
PERAKENDE: Tezco, Carrefour, Shaya Group: Kimi pozisyonlarda ücretler sektör ortalamasının yüzde 40 bile üstüne çıkabiliyor. Yabancı şirketler burada da yüksek ücret veriyor. Sektördeki liderlik iddası da ücretlerde önemli rol oynuyor.
PETROL DAĞITIMI: BP, Shell Uluslararası organizasyonla uyumlu ücretler ödüyorlar. Özellikle üst düzey yönetici ücretleri Batı ülkeleriyle denk olabiliyor.
TEKSTİL: Levi's, Hugo Boss, Adidas, Gap Sektörde çok küçük çaplı şirketlerin bulunması ücret ortalamasını değiştiriyor. Ancak dünyaca ünlü markalar için üretim yapan şirketler ve bu markaların Türkiye temsilcilikleri sektörün ortalama yüzde 20 üzerinde ücret verebiliyor.
TÜTÜN: Philip Morris, JTI Kârlılığı çok yüksek olan bir sektör. Sağlık konusundaki sakıncaları nedeniyle tüm dünyada tüketicilerin baskısı altında olan sigara şirketleri, çalışan cephesinde sorun yaşamak istemiyor. Çalşan memnuniyetine önem veriliyor ve ücretler her seviyede yüksek tutuluyor.
Fadime Çoban/Capital dergisi

Salı, Nisan 04, 2006

Biz hepimiz biriz

Ülkede Türk-Kürt çatışması çıkarmayı hedefleyen güçlerin varlığı, Türkiye kamuoyu tarafından yavaş yavaş anlaşıladursun, Haber Yönetimi tarafından 7 ili kapsayan bir güneydoğu gezisi için görevlendirildim.

Gidecek, duruma bakacak, bölgenin önde gelen kanaat önderleriyle konuşacaktım. Hep ekranlara yansıtılanların değil bir de yansıtılmayanların sesini sizlere duyuracaktım. Aralarında din adamları, aşiret reisleri, yerel yöneticiler, eski siyasetçiler ve işadamlarından olan çok sayıda “sözü dinlenir” kişiyle konuştum, dertleştim. Misafirleri oldum, yemeklerini yedim. Şu sonuca vardım: Karanlık eller hala çirkin emellerini gerçekleştiremediler ve Türkiye’nin bu bölgesini koparıp götüremedilerse, bunda bölgedeki sağduyunun küçümsenmeyecek bir rolü var.


Güneydoğu’da sözü geçen, kitleleri üzerinde ciddi tesiri bulunan bu insanlar, hep birlik ve beraberliğin sesi olmuşlar ve ayrılığa, gayrılığa karşı koymuşlar. Bütün tehditlere, onca yıldırma politikalarına rağmen devletin ve milletin yanındaki dik duruşlarını bozmamışlar. Bunu gördüm, bunu anladım.


Konuştuğum hemen herkes aynı şeyi söylüyor:

“Bu ülkenin sınırlarını dedelerimiz beraber çizdi, biz yanyana düştük vatan toprağına, kız alıp kız verdik, birlikte canlar getirdik dünyaya, biz bir elmanın iki yarısıyız “biz hepimiz biriz” diyorlar.


Şırnak’tan Mardin’e, Hakkari’den Diyarbakır’a kadar Güneydoğu’da halk Kürtçe konuşuyor ama Türkçe düşünüyor. Onlar huzur ve güven istiyor. Ve huzuru, ve güveni, Türk bayrağının gölgesinde buluyorlar.


Ayrıca yöre halkı farkında olmasa bile kanaat önderleri dönen/döndürülen dolapları, kimler tarafından çevrildiğini ve ne yapılmak istendiğini çok ama çok iyi biliyorlar. Tehdit mektuplarıyla bu akil insanlar sindirilmek istense de, kapı kapı dolaşıp kirli oyunlara figüranlar aransa da, bulamayınca bindirme kıtalarla provokasyonlara girişilse de boş. Güneydoğu’ya hala sağduyu hakim. Ve gün görmüş insanların halk üzerindeki tesiri devam ettiği müddetçe bu böyle olacak.


Ancak unutulmamalı ki, içte ve dışta ülkeyi bölmek isteyenler henüz vaz geçmiş değiller. Kapalı kapılar ardında bir araya gelip “Şırnak hadisesi bizi durdurmamalı, daha sert ve kararlı olmalıyız” dediklerini duyar gibi oluyoruz. Ama biz kadere ve bu bölgenin yüreği sıcak, inancı kavi insanlarına itimat ediyoruz.


Allah’ın izniyle bu hain planlar bir kez daha akim kalacak ve Anadolu insanı tarihteki ‘kahraman’ rolünü bir kez daha, hem de en güzel tiratlarıyla oynayacak.

C. Tayyar Kala

Korkuyor bunlar....

Türkiye, bana sorarsanız, sara hastalığına yakalanmış birine benziyor.
Güzel bir günde, güneşli bir sahilde güzel güzel dolaşırken birden titremeye başlıyor, ağzı köpürüyor, katılıp kalıyor.
Sonra yavaşça kendine geliyor.
Hafif bir baş dönmesiyle yoluna devam ediyor.
Ne yaşadıklarını hatırlıyor, ne nedenini biliyor.
Bir dahaki krize kadar hayatını normal bir şekilde sürdürüyor.
Şu Türkiye’ye bakın...
Avrupa Birliği ile müzakerelere başlamış, yasalarının çoğunu düzeltmiş, enflasyonunu düşürmüş, faizlerini indirmiş, büyüme hızını yüzde yediye çıkarmış, parasından altı sıfırı atmayı sorunsuz başarmış, büyük bir imparatorluğun manevi mirasına sahip yetmiş milyonluk büyük bir toplum.
Yolunda güzel güzel yürüyor.
Ve birden krizi tutuyor.
Kendi ordumuzun askerleri kendi ülkemizi bombalarken suçüstü yakalanıyor, olayları soruşturan savcıya hükümet de dahil kimse sahip çıkmıyor...
Hükümet, Merkez Bankası’nın başına “kendinden” birini atamak için tutturuyor, beceremiyor, Şemdinli olayındaki yetersizliğine bir de Merkez Bankası’nın başarısını ekliyor.
Bir anda, bir “iktidar boşluğu” çıkıyor ortaya.
Kriz yaratılmasını isteyenlerin iştahı kabarıyor.
Güneydoğu’nun sokakları karışıyor.
Çatışmalar çoğalıyor.
Büyük şehirlerin mahallerine yansıyor.
Toplum kasılıp kalıyor.
Bir umutsuzluk yayılıyor kalabalıklara.
Bir başdönmesi, bir halsizlik, bir yorgunluk...
Peki biz bu krizi yaşamak zorunda mıydık?
Bünyemizdeki birçok hastalığa rağmen bence biz bu krizi yaşamadan atlatabilirdik.
Siyasi iktidarları eleştirmek Türkiye’de yazı yazmanın en kolay yollarından biridir, söylenilmesi zor gerçek sorunları dile getirmek yerine sivil iktidarı eleştirirsin olur biter, bunu biliyorum.
Ama bu kez biz bu krizi gerçekten de sivil iktidarın yetersizliğinden dolayı yaşıyoruz.
AKP’li yöneticilerin korkusu kendilerinin de ülkenin de başını derde sokuyor.
Bir tüfekle ateş etmek istersen, onu sağlam bir şekilde tutar, kabzasını da omzuna sıkıca dayayıp, nişan aldıktan sonra ateş edersin.
Ama elindeki tüfekten korkarsan, sıkı tutmazsan, omzuna sağlam dayamazsan, hem ateş ettiğinde ıska geçersin hem de geri tepen tüfek omzunu kırar.
AKP elindeki iktidardan korkuyor.
Siyasi bir iktidar olmanın birçok tatmini, getirisi var ama riski ve tehlikesi de var.
Korkuyorsan hiç bu işlere bulaşmayacaksın.
İktidar oluyorsan da gerçekten olacaksın.
Şemdinli’de bomba patlayınca suçluyu bulacaksın, yargılayacaksın.
Merkez Bankası’nın başına adam atarken kendi “cemaatının” tepkisinden korkarak değil bütün toplumun saygısını kazanarak adam atayacaksın.
Elindeki tüfekten korkarsan işte böyle omzunu kırarsın.
Hem saygıdeğerliğini, güvenilirliğini kaybedersin hem de ülkede “iktidar boşluğu var” diye düşünenleri azdırırsın.
İçişlerine sahip olamadığın için bütün ülke asayişsiz bir görüntüye bürünür.
Birbirine ölesiye düşman gözüken güçler bir anda elele verip, “faili meçhul bombalarla”, nedeni bile anlaşılamayan gösterilerle ortalığı cehenneme çevirir.
Sen de hiçbir şey yapamadan bakarsın.
Benim görebildiğim kadarıyla iktidar tam bir “korku krizine” tutulmuş vaziyette.
Korkudan elleri ayakları tutmaz oldu.
Mümkün olabilse, insan onları şöyle iki omuzlarından tutup sarsalamak, “korkma çocuğum,” demek istiyor, “korktuğun ne varsa başına korktuğun için gelecek. Cesur olursan kurtulursun.”
Ama öyle bir korktular ki bir daha cesaretlerini toplayabilirler mi, doğrusu çok emin değilim.
Kriz kendiliğinden geçsin, bünye bunu kendi kendine atlatsın diye bekleyeceğiz artık.
Yeniden iyileşmeyi ümit edeceğiz.
Ahmet Altan

Sağduyu düşmanlığı

1936 yılında İspanya'da bazı aydınların iç savaşa karşı uyarı çığlıkları yükseliyordu.Çünkü akılları, vicdanları, sanatçı sezgileri ve tahlil yetenekleriyle olayların nereye doğru gidebileceğini çok iyi görüyorlardı.Ama akacak kan damarda durmadı. İspanyol halkı ikiye bölündü, iki taraf da birbirini yok edeceğine inanarak ve "Yaşasın ölüm!" diye haykırarak savaşa girdi.Sonuç, babanın oğlu, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir nefret tırmanması ve bir milyon ölü.Yaralarını yıllarca saramayan bir ülke.
***

1941 yılında Yunanistan'da da aynısı yaşandı.İç savaşa engel olmak isteyen aydınlar kimi zaman korkaklıkla, kimi zaman ihanetle suçlandı! Akacak kan yine damarda durmadı.Sonuç: 80 bin ölü, 700 bin sürgün.
***

Dünya tarihi böyle örneklerle doludur.Bir toplumda kutuplaşma ve nefret arttıkça insanların gözünü kan bürür. Karşı tarafı tepelemekten başka bir şey düşünmez olurlar.Oysa o sırada kendilerinin, çocuklarının ve yakınlarının hayatını tehlikeye atmaktadırlar.Bir iç savaşta sadece tek taraf zarar görmez; herkesin hayatı yıkılır.
***

Bütün kalbimle Türkiye'deki her kesimin akıllı davranmasını ve bu acı deneyimlere sürüklenmemesini istiyorum. Biliyorum ki bunu söylemek zor.Çünkü internette nefret mesajları dolaşıyor. Bazıları, ortak bir düşmana karşı örgütlenmek ve şiddete başvurmak istiyor, bunun propagandasını yapıyor.Kutuplaşmanın giderek arttığının göstergeleri her gün ortaya çıkıyor.Bizim internet sitesindeki forum bölümünde bile, tansiyon giderek artıyor, genç forum üyeleri birbirlerini hainlikle suçlamaya başlıyor.Son zamanlarda aldığım bazı mesajlar da bunun göstergesi:Bir mesaj diyor ki: "Sen ve senin gibi PKK savunucuları…"Aynı gün gelen bir başka mesaj diyor ki: "Kürtlerden niye nefret ediyorsun da onları vatan haini ilan ediyorsun?"Kavgayı ayırmaya çalışan insanın yumruk yemesi gibi bir durum.İyi ki bu mesajlar sağduyulu iletilerin yanında devede kulak bile değil.
***

Ben bu ülkede insan ölümlerinin önüne geçmeye çalışanlardan biriyim.Gücüm yettiğince kardeş kavgasını önlemeye çalışıyorum.Bu ülke Türkçü, Kürtçü ve dinci kamplaşmaya gidiyor diye yıllarca haykırdım.Kulak veren olmadı.Şimdi sonuçlar ortaya çıkmaya başlayınca tedirginliği artanlar, kör bir öfkeyle oraya buraya saldırıyor.Artık "Allah akıl fikir versin!" demekten başka bir çare göremiyorum."Yaşasın ölüm!" diye bağıranlar unutmasınlar ki kendi çocuklarının ölümünü hazırlıyorlar.
Zülfü Livaneli

Cumartesi, Nisan 01, 2006

TATLI CEZA

*Alanya'daki Sanayi Sitesi Muhammed Müftüoğlu Camii'nde ilginç bir uygulama başlatıldı. *
*Belki Türkiye'de ilk olan bu uygulamada cami içerisinde cep telefonu çalan cemaat, 2 kilogram lokum ve 1 kilogram biskivü alarak camiye gelenlere ikram ediyor. Cami cemaati şimdilik durumdan memnun. "Lütfen telefonlarımızı sessize alalım", "Camiye girmeden önce cep telefonlarını kapatalım" gibi uyarılar yazarak sorunu çözmeye çalışan cami imamı, cemaatin yazıları dikkate almaması üzerine değişik bir uygulama başlatmış. Ceza vermenin itici olacağına inanan imam Mehmet Şenol, renkli yazılarla hazırlattığı kağıdın üzerine "Namaz kılarken cep telefonu çalan cemaat 2 kilo lokum, 1 kilo bisküvi ile cezalandırılacaktır." yazmış. Bu yazıyı okuyan cemaat ise daha dikkatli davranmaya başlamış. İmam Şenol, namaz kılarken çalan cep telefonlarından cemaatinin rahatsız olmasından dolayı böyle bir uygulama başlattığını söylüyor. Şenol, bugüne kadar namaz kılarken telefonu çaldığı için 2 cemaatin lokum ve bisküvi alarak camiye gelenlere ikram ettiğini kaydetti. *